"Büyük ölümlere mâtem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir."
Millî Mücâdele'nin akabinde; çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran Atatürk, aramızdan ayrılalı 76 yıl olmuş. Ölümünün yıl dönümünde, büyük hatırası önünde saygıyla eğilirken, millet olarak kendisini bir kez daha rahmet ve minnetle anıyoruz. Ölümünün ardından; O'nun varlığından ve eserlerinden rahatsızlık duyarak, hatırasını ve izlerini silmeye kalkışanlar, artık bilmelidirler ki, cürümlerini aşan beyhûde bir gayretin içindedirler. Ve yine, farkına varmalı ve anlamalıdılar artık. Bu millet var oldukça, O, hatıralarıyla hep var olacak; inkâr edilemez tarihî kişiliği ve üstün hizmetletiyle, milletimizin gönlünde ve kalbinde, daima itibarla ve hep hürmetle anılacaktır. Kendisinden istifâde edebileceğimiz en verimli çağda ve erken denilebilecek bir yaşta; ahirete intikal eden, Türk'ün bu büyük evlâdına, Allah rahmet ve mağfiret eylesin.
10 Kasım'larda; O'nu anarken, maalesef ülkemizde çok nâhoş ve rahatsız edici hadiseler ve arzu edilmeyen gelişmeler yaşanmaktadır. Milli ve üniter devletimizin kuruluş felsefesi ve iradesi tartışılmaktadır. Varlığımıza ve bölünmez bütünlüğümüze yönelik, haksız ve yersiz itirâzlar yapılmaktadır. Cumhuriyetin değer ve kazanımlarına saldırılar sürdürülmektedir. Millî değer ve kavramların, hiç olmadığı kadar içleri boşaltılmaktadır. Millî ve manevî değer hükümlerinin, alabildiğince hoyratça örselendiği bir süreç yaşanmaktadır. Cumhuriyetin; farklı kimlik ve inançları inkâr ve asimile edici bir anlayış üzerine, binâ ve inşâ edildiği gibi, hakikatle bağdaşmayan, kültürel-sosyolojik esaslara istinât etmeyen, maksatlı görüş ve düşünceler serd edilmektedir. Neticede; demokratikleşme kisvesi adı altında; "ana dilde eğitim" ve "özerklik" talepleriyle çok masumâne bir biçimde sunulan, "federal" veya "konfederal" yapı ve sistemler önerilmekte ve adetâ, siyasal bölücülüğün değirmenine su taşıyan, ihanet denilebilecek basiretsizlikler yaşanmaktadır.
Tüm olumsuzlukların sergilendiği ve yaşandığı böylesi bir süreçte; ölümünün 76. yılında O'nun, örnek tarihî kişiliğini, devlet yönetimindeki ağırlık ve vakarını, daha çok arıyor, yokluğunu ve eksikliğini daha derinden hissediyoruz. Ama, sanılanların aksine asla ümitsiz ve karamsar değiliz. Yaşanılan tüm ihânet ve olumsuzluklara rağmen; kendisi ebedî istirahatgâhında rahat uyusun ve müsterih olsun. Kim ne derse desin, rüzgâr hangi yönden eserse essin; hiç, ama hiç fark etmez. Zirâ, O'nun, "Benim nâçiz vücudum, elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet pâyidâr kalacaktır." ifadelerinde yer alan; kararlılık ve güven telkin eden söz ve düşünceleriyle, milletimize vâsiyetle tevdi ettiği Cumhuriyet Türkiye'si, dünya var oldukça var olacak, hiç bir güç ve kimse ona asla ömür biçemeyecek, Kerim devlet zevâl bulmayacaktır. Zirâ, bilinmelidir, şartlar ne olursa olsun; "Mevzubâhis olan vatan ise, gerisi teferruattır."
İşgal edilen imparatorluk coğrafyasında, bir vatan kurtarılarılmış ve bağımsız bir devlet kurulmuştur. İstiklâl mücadelesi sürerken bile, savaş sonrasının cumhuriyet eğitimiyle kesintisiz bir biçimde yakından ilgilenmiştir. O'nun nazarında ve indinde; askerî alanda kazanılacak zafer, millî kurtuluşun ilk şartıdır. Zaferden sonra atılacak adımların dayanağını, hayata geçirilecek inkılâpların idamesini ve oluşturacak yeni Türkiye'nin imâr ve inşâsını sağlayacak eğitim, en az bağımsızlık kadar önemlidir, vazgeçilmezdir. Öyle ise; O'nun eğitime bakışını, anlayışını, eğitimin millet hayatındaki önem ve mâhiyetini, söylemleriyle irdeleyelim. " En mühim ve feyizli işlerimizin başında, maarif hizmetleri gelmektedir. Maarif işlerinde, behemahâl muzaffer olmak zorundayız." sözleriyle, eğitim hizmetlerinin öncelikli ve ertelenemeyeceğini ifade ederek, eğitim alanına büyük bir ilgiyle yaklaşır. İsâbetli olarak kullanılır ya! Sağlık, eğitim ve savunma ertelenemez.
Nitekim; Millî Mücâdele'nin en netâmeli anında, "15 Temmuz 1921'de Ankara'da toplanan Maarif Kongresi"ne; ayağının tozuyla cepheden gelerek katılır, Kongre'nin açılışını yapar, Kongre'den Türkiye'nin millî maarifini kurulmasını ister ve gelecekteki millî maarif anlayışımızın, adetâ çerçevesini çizer ve özetle şöyle der; "Eski devrin batıl inançlarından ve doğuştan sahip olduğumuz özelliklerle hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, Doğu'dan ve Batı'dan gelebilen tüm etkilerden tamamen uzak, millî seciyemiz ve tarihimizle mütenâsip bir kültür zarureti anlıyorum. Çünkü millî dehâmızın tam olarak gelişmesi, ancak böyle bir kültürle sağlanabilir. Türk çocuklarına, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, her şeyden evvel, millî bünyemize zararlı unsurlarla mücâdele etmek lüzumu öğretilmelidir... Silâh kadar, kafamızla da savaşmak zorundayız."
Atatürk'e göre, millî olmayan eğitim ve eğitim anlayışımız, süre gelen geriliğimizin ve tüm felâketlerimizin temel nedeni. Çağdaş bilim ve gelişmelerden uzak, müsbet bilim ve bilgi anlayışa istinât etmeyen, tamamen "nakilci- ezberci-tekrarcı" eğitim yöntemleriyle Türk çocuklarının nasıl yetiştiriliğini ve bunun da ne gibi felâketli sonuçlar doğurduğunu devlet ve kendi hayatında bizzat görmüş ve yaşamıştır. Rahmetli Âkif'in de; "Felâketimizin başı hiç şüphe yok cehâletimiz. Bu derde çâre bulunmaz ne de olsa mektepsiz." yine, "Okunandan ne haber, on para etmez fenler. Ne bu dünyada soran var, ne de ukbâda geçer." mısralarında, perişânlığımıza ilişkin aynı teşhis ve tespitler yapılmaktadır.
Millî bir eğitim anlayışının, toplum ve millet hayatındaki önemini kavrayan, devlet-asker eğitimcilik gibi ,farklı meziyet ve güzellikleri özünde barındırabilen, ender ve istisnaî bir devlet adamı ve eğitimci..."Terbiyedir ki, bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır veya bir milleti esârete ve zillete terkeder. söz ve tesbitleriyle bağımsız ve hür yaşama iradesinin, ancak eğitimle mümkün olabileceğine önemle vurgu yapar. "Eğitimden ve eğitimciden mahrum toplumları, millet olamamış alâlade halk yığınları" olarak görür ve niteler...
Aynı teşhisle, Batı dünyası karşısında, islâm dünyasının, acınacak vahim perişânlığının ve dağıklığının özünde de eğitimsizlik ve cehâlet olduğunu görür ve şu tarihî tespiti yapar. "Yer yüzünde üç yüz mılyondan fazla islâm vardır. Bunlar ana, baba, hoca terbiyesiyle terbiye ve ahlâk almaktadırlar. Ne yazık, gerçek şu ki, bütün bu milyonlarca insanlar, şunun veya bunun esâret ve zilleti altındadır. Aldıkları manevî terbiye ve ahlâk, onlara bu esâret ve zillet zincirlerini kırabilecek, insanlık meziyetini vermemiştir, vermiyor. Çünkü, terbiyelerinin amacı millî değildir." Günümüzde de islâm coğrafyasında yaşanılan içler acısı benzer "kaotik" gelişmeler, O'nun düşüncelerinin tespit ve teyidir. Bizler şanslıyız. Çünkü, bizim dışımızdaki bütün bir İslâm dünyası, bir Atatürk'e sahip olamamanın sefil ızdırâbını yaşamaktadır. Âkif ise; "Hiç göz açtırmaz da Garb'ın kanlı kâbusu, asırlardır var ki, islâmın muattal beyni, pâzusu. Ne gördün, Şark'ı çok gezdin diyorlar yer yer. Harâp iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler." ve devamla; "Ey vah! bu zilletlere sensin yine illet. Ey derd-i cehâlet sana düşmekle bu millet. Bir hale getirdin ki, ne din kaldı ne nâmus. Ey sine-i islâma çöken kapkara kâbus." derken; aynı derin ızdırâba ve aynı acı hakikâte işaret eder. İslâm âlemi, maalesef hâlâ aynı yerde...
"Milletimizi, yüzyıllarca başkalarının hırs ve faydalanma aracı kılan en büyük düşmanın, cehâlet olduğunu" söyleyen Atatürk; cehâleti sadece okuyup yazmak olarak anlamadığını ifade eder. "Bu memlekette eskiden beri yaygın bir cehâlet devam ediyor. Memlekette cehâleti sür'atle ortadan kaldırmak lâzımdır. Başka kurtuluş yolu yoktur. Biz câhil dediğimiz vakit, mutlaka mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz, ilim ve hakikâti bilmektir. Yoksa, okumuş olanlardan en büyük câhiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikâtı gören, hâkiki alimler çıkar." derken, eğitimim maksat, nitelik ve amacına, bir eğitimci gözüyle bakar ve pedegojik yaklaşır.
Cumhuriyetin ilân edilmesiyle birlikte; "Bir milletin yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni okuma yazma bilmezse, bu ayıptır. Bundan insan olarak utanmak lâzımdır." söz ve tespitlerinden hemen hareketle, harf inkılâbı yapılır ve cehâlete karşı amansız bir savaş açılır. Millî, bilimsel ve çağdaş esaslara bina edilen, eğitim anlayışıyla milletimizin çağdaş uygarlığın saygın ve seçkin bir ortağı ortağı yapılması arzu edilir. Ortak kütürel değerlerde birleşen ve bütünleşen, Türk milletine mensubiyeti duygusunu esas alan cumhuriyet eğitimiyle; "pasif- edilgen, nâkilci insan yerine; millî ve çağdaş değerleri özümseyen; araştıran, öğrenen, sorgulayan, yeni ve aktif bir insan tipi" yetiştirilmesi amaçlanır. Zaman zaman saptırılmaya çalışılan, millî ve çağdaş eğitim anlayışımız, hiç kimsenin şüphesi olmasın; vaktinde, doğru çizilen mecrâsına mutlaka avdet eder.
Görsel ve yazılı medyada her gün; sürekli arz-ı endâm eden bazı şer ittifaklarının aksine, Atatürk, baskıcı, dokriner bir sistem ve ideoloğ olmanın ötesinde; zamanın ruhunu okuyan, pragmatik, rasyonel bir zihiyete sahip, aksiyoner bir kişilik yerli ve millî bir şahsiyettir. 1922 yılında ifade ettiği; "Biz ne Bolşevikiz ne de kominist; ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü, biz milliyet- perver ve dinimize hürmetkârız." sözleriyle, beynelminelci olmadığını, toplumumuzun şartlarına özgü, millî bir cizgide hareket ettiğini ifade eder.
Yazımızı, O'nun Türk çocuklarına güven duygusunu aşılayan ve yine tarihî sözleriyle sonlandırmış olalım."Türkiye Cumhuriyeti'nin, özellikle bugünkü gençliğine ve yetişmekte olan çocuklarına sesleniyorum: Batı senden, Türk'ten çok geriydi. Mânâda, fikirde, tarihte bu böyleydi. Eğer bugün Batı, nihâyet teknikte bir yükselme gösteriyorsa, ey Türk çocuğu, o kabahat da senin değil, senden evvelkilerin affolunmaz ihmâlinin bir soncudur. Şunu da söyleyeyim ki, çok zekisin! Fakat zekânı unut! Daima çalışkan ol."
Hâdis-i Şerif'te; "İnsanların en hayırlısı, insanlara hayrı dokunandır." buyrulmaktadır. Milletimize ve devletimze yapmış olduğu müspet ve hayırlı hizmetlerinden dolayı, kendisine rahmet dilerken; ruhu şâd, mekânı cennet olsun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.