Vali Memiş mesajında şu ifadelere yer verdi:
“1.Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesinde meydana gelen önemli muharebeler ve Sarıkamış Harekâtı sonrasında asıl hedefleri Erzurum’u işgal etmek olan Rus kuvvetleri, 1916 yılı ocak ayından itibaren ilerlemeye başladı. Merkezi Karargâhı Erzurum olan 3. Ordu’nun, şehrin hemen kuzeydoğusundaki Kargapazarı Dağlarından düşman taarruzuna ihtimal vermemesi felaketi hazırladı. Kargapazarı ve kent çevresinde şiddetli muharebelerde ağır kayıplar vermesine rağmen Ruslar, 16 Şubat 1916 tarihinde, Erzurum'u işgal ettiler. Birçok cephede gücünü tüketen Osmanlı Devletinin, Erzurum'u savunacak takati kalmamıştı. Erzurum elindeki kısıtlı imkânlarla, ağır bir esaret dönemi geçirdi. Şehirde ihtiyar, yaşlı, kadın ve çocuk dışında kimse de yoktu. Erzurum’da, eli silah tutan erkekleri muhtelif cephelerde veya esarette idi. 917 yılında Rusya’da Çarlık rejimi çöküp, Bolşevikler ülkeyi ele geçirince, Ruslar işgal ettikleri bölgeleri boşaltarak, ülkelerine dönerken, terk ettikleri kışlalara ve kontrol noktalarına hızla Doğu Anadolu’da Ermenistan hayali kuran Ermenileri yerleştirdiler. Erzurum; sahipsiz bir şekilde Ermenilere kalınca, onlar da Erzurum merkez ve çevresinde soykırıma girişti. 10 Ocak 1918’de 1’inci Kafkas Kolordusu Komutanı Kâzım Karabekir, birliklerine Erzincan, Erzurum, Sarıkamış yönüne hareket emrini verdi. İşgal altındaki topraklarda, Ermeni zulmünü haber alan askerimizi tutmak mümkün değildi. Ordu uykusuzluğa, açlığa, kışa bakmadan ilerledi. Mehmetçik, 13 Şubat 1918’de alevler içinde yanan Erzincan’ı, 25 Şubatta Aşkale’yi kurtarmış ve 26 Şubat’ta Erzurum’a doğru akmaya başlamıştı. 11 Mart’ta Ilıca kurtarıldı. Asker ve subay mevcudunun büyük bir bölümü, bölge insanından oluşan 3. Orduya bağlı Kazım Karabekir Paşa komutasındaki 9. Kafkas Kolordusu, sağ kalan mazlumların imdadına yetişti. Türk vatanının Şarktaki göz bebeği olan şehri Erzurum, 12 Mart 1918 tarihinde, zalimlerin zulmünden kurtarıldı. Erzurum’un esaret günleri sona erdi. Kısa zamanda bütün Doğu Anadolu Ermenilerden temizlenerek Anavatan’a katıldı. Doğu illeri fatihi Kazım Karabekir Paşa hatıralarında; 12 Mart günü Erzurum'a girdiklerinde şehir içinde 2377 şehit defnettiklerini belirterek: "Erzurum'da halk gözyaşları içinde kimi babasını, kimi kardeşini öldürülerek, yakılmış halde bulmuştu. Sokaklarda canlılıktan hiç bir iz bile kalmamıştı. Erzurum yaşayan bir şehir değildi artık. Yerlerde çocuk, kadın ve yaşlılar kanlar içinde yatıyordu." diye yazmaktadır. Ermenilerin yalnız son gece (11 Mart 1918 gecesi) 3000 Müslüman Türk'ü binalara doldurarak yakmak suretiyle öldürdüklerini, Erzurum'daki Rus Yarbayı Twerdo- Khelebof anılarında yazmıştır. O gece, Erzurumlular, Tahtacılar semtinde karşılıklı yer alan Ezirmikli Osman Ağa ve Mürsel Paşa konaklarına doldurularak yakılmışlardı. Erzurum'da resmi belgelere göre 9563 yerli Türk ahali, Taşnak Ermeni çeteleri tarafından akla hayale gelmeyecek şekilde şehit edilmişti. Şehir içinden görünen manzara son derece trajik. Yakılmış, yıkılmış ve talan edilmiş, büyük bir harabe, zihne durgunluk verecek bir yangın yeri. Şehrin mamurluğu, enkaz ve duvarlarla, kalan binalardan ibaret. Köyler aynı durumda. Ermeni Taşnak ve Hınçak çeteleri, Aşkale, Alaca ve Cinis köylerinde, Erzurum Yanıkdere’de, Yeşilyayla ve Tepeköy’de, Pasinler Demirdöven (Tımar) köylerinde, kısaca, bölgenin dört bir yanında, toplu katliamlar yapmıştıı. Masum, savunmasız, kadın, çocuk ve yaşlı binlerce Müslüman, akla hayale gelmeyecek en vahşi yöntemlerle katledildi. Bölgedeki Müslüman nüfusa yapılan soy kırım, acı bir hatıra olarak hâlâ zihinlerdedir. İşgali hücrelerine kadar yaşamış gazilerden birisi olan Tellibeyzade Hacı Faruk Efendi, o kara günleri kaleme aldığı anılarında; “Karskapı koğuşlarında, Kavak Mahallesi’nde sabunhanede, Hacı Ahmet Han’ında, İstasyon derelerinde vahşiyane, baltalarla öldürülmüş, bilekleri kırılmış, gözleri oyularak binlerce insanın birbiri üstüne istif olduğunu gördüm. Benim hesabıma göre, 13 bin Müslüman şehit edilmiştir”. Diye yazmıştır. Ermeniler, Erzurum’un Müslüman Türk ahalisine, alenen ve resmen soykırım yapmışlardı. Erzurumlu olup da şehit vermeyen hiçbir aile yoktu. Her Erzurumlunun en az bir şehit dedesi ya da ninesi vardı. Ermeniler, bu vahşeti yurdumuzun birçok yerinde yaptıklarını biliyoruz. Tarih bunun en canlı şahidi. Binlerce Müslüman Türk’ü şehit eden Ermeniler, dünyayı yalanları ile kandırarak, zalimliklerini örtmeye çalışmışlardır.
Tarih, Erzurum’un makûs talihinin değişmesinde ve milli hafızada unutulmaz yeri bulunan; Doğu İlleri Fatihi Kazım Karabekir Paşa’nın kahramanlığını ebediyen gür sesiyle haykırmaya devam edecektir. Ömrünü milletine, devletine adayan ve Erzurum’u İslam Mülkünün kilidi olarak tarif eden gönül insanı Alvar İmamı (Muhammed Lütfi) Efe Hazretleri de, o günlerde 70 kişilik müfrezesiyle Çat Yavi’ de Rus ve Ermeni çetelerine karşı mücadele etmiş, Dereboğazı köyünden inip, Gez köyünde Kazım Karabekir’in komutasındaki orduya katılmıştı. Hemen babası Hacı Hüseyin Efendi’nin yanına gitmiş, O’nu Rabbiyle buluşmak üzereyken bulmuştu. Hacı Hüseyin Efendi, “Erzurum bu işgalden ne zaman kurtulur?” sözünün cevabı olarak ‘Ak’a al düştüğünde’ dediğinde, sakalının kana bulandığını görmüştü. Ve Hacı Hüseyin Efendi’yi kolları arasında Hakk’a uğurlamıştı. Onun içindir ki, Alvarlı Efe, bu mübarek şehri ‘Mevla’ya emanet’ etmişi. 12 Mart yalnız Erzurumlular için değil, insanlık için de oldukça önemli bir gündü. Çünkü akla gelebilecek insanlık dışı her türlü işkence ve katliamı gerçekleştiren Ermeniler, geldikleri yere gönderilmişlerdi. Ecdadımız, Allah’a olan imanları ve vatana olan sevdaları ile bu mukaddes vatan topraklarını asırlarca korumuş, zulme ve zalime karşı kahramanca mücadele etmiştir. Yegâne emeli, mabedinin göğsüne namahrem eli değdirmemek olan bu aziz millet, haysiyet ve onuruna hiçbir zaman halel . Yüce Türk Milletinin tarih boyunca gerçekleştirdiği Malazgirt, Otlukbeli, Çaldıran, Mercidâbık, Mohaç, Sakarya ve Büyük Taarruz zaferleri buna şahittir. Bu nedenle, 12 Mart 1918 günü Dadaşlar diyarı gözbebeğimiz, serhat şehrimiz, Doğu’nun sınır taşı Erzurum’un, esaretten hürriyete, ölümden hayata kavuştuğu gündür. 12 Mart 1918, Dadaş’ın yeniden destan yazdığı tarihin adıdır; yeniden şahlanışın, kurtuluşun adıdır. 12 Mart 1918’de Türk Ordusu, bu güzel toprakları, şehitlerin kanıyla sulayarak, düşmandan arındırmış ve Ermenilerin çirkin hayallerini bir daha dirilmeyecek şekilde kursaklarına gömmüştür. Bu duygu ve düşüncelerle; ecdadı, atası ve barı ile ne kadar gurur duysa az olan Can Dadaşların bu mutlu, gururlu ve şahlanış tarihi104’ncü yıl dönümünü kutluyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Mehmet Akif Ersoy’u anma yıldönümü
Öte yandan, Erzurum Valisi Okay Memiş, 12 Mart İstiklal Marşı'nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u anma yıldönümü nedeniyle bir mesaj yayınladı.
Vali Memiş mesajında şu ifadelere yer verdi:
“Türk Edebiyatı’nın büyük şairi Mehmet Akif Ersoy’un adı İstiklâl Marşı ile özdeşleşmiştir. ‘İstiklâl Marşı Şairi’ unvanı alan Mehmet Akif, var olma savaşı verilen günlerde, tarifsiz bir duygu yoğunluğu ile yazdığı marşla Türk Milletinin gönlünde taht kurmuştur. 1920 yılı sonlarında, Erkân-ı Harbiye Riyasetinin (Genel Kurmay Başkanlığı) “Bu savaşımızın manasını anlatacak, halka ve askere heyecan verecek ve diğer milletlerde bulunan milli marşlara denk olacak bir marş” yazılması şeklindeki isteği üzerine Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı yarışma için, para ödülü almamak şartıyla, Mehmet Akif’in yazdığı İstiklâl Marşı, Türk Milletinin, manzum Kurtuluş Savaşı Destanı niteliğindedir. Mehmet Akif böyle bir destanı yazabilecek bilgi ve inanca sahip olduğu izlenimini edebiyat çevrelerine yıllar önce vermiştir. Mehmet Akif, Balkan Harbi yıllarında, halkı edebiyat yoluyla aydınlatmak için aralarında Abdülhak Hâmid, Recâîzâde Mahmud Ekrem, Süleyman Nazif, Mehmed Emin ve bir grup edebiyatçının bulunduğu Hey’et-i Tenviriyye’nin genel kâtibi idi. Sülleyman Nazif, başkan Recâîzâde Mahmud Ekrem’in, milletin milli bir destana ihtiyacı olduğunu ve bunu ancak, Mehmet Âkif’in yazabileceğini söylediğini nakletmişti. Ömrünün büyük kısmı vatanın düşman işgalinden kurtuluşu ve milletin bağımsızlığı mücadelesiyle geçen Mehmet Âkif’in, sahip olduğu değerler arasında hürriyet kavramının önemli bir yeri vardır. Denebilir ki hürriyet, onun değerleri arasında, listesinin üst sıralarında yer almaktadır. Hürriyet, uğruna savaşılması gereken yüce bir değer, insan gibi yaşamanın olmazsa olmaz koşuludur. Mehmet Âkif, hür, hürriyet ve istiklâl sözcükleri ile ifade ettiği özgür yaşama biçiminin çocukluktan beri âşığıdır. Bu düşüncesini Zulmü Alkışlayamam adlı şiirinde açıkça ifade eder: Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdâdıma saldırdı mı, hatta boğarım Boğamazsın ki! Hîç olmazsa koğarım. Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam; Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam. Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle, Bana hîç tasmalık etmiş değil altın lâle. Bu şiir, Mehmet Âkif’in çocukluğundan beri özgürlüğe karşı beslediği aşırı sevginin yanında, geçmişine ve köklerine olan bağlılığın, değerbilirliğin ve vefâ duygusunun da somut bir belgesi, yere, zamana ve duruma göre davranan, menfaatleri için renkten renge giren ve bu uğurda her yolu mübah sayan tiplerin karşısında, örnek alınması gereken saygın bir duruşun resmidir. Şair, Zulmü alkışlayamam şiirinde özgürlüğe olan aşkının doğumundan itibâren başladığını söylese de milletimizin özgürlük aşkının başlangıcı çok eski çağlara uzanır. İstiklâl Marşı’nın mısralarında bu eski tarihe ulaşmak mümkündür.
İstiklâl Marşı’nın; Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım, Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
İstiklâl Marşı’ nın en güzel, en heyecanlı mısralarından biri de hürriyet kavramını ifâde eden bu dörtlüktür. Bu mısralar “Hürriyet” duygusunun insanlara verdiği üstün gücü, çok kuvvetli bir şekilde ifade ediyor. Maddî engeller, zincir, duvar, dağ, deniz, insanın içindeki “Hürriyet” arzusunu durduramamıştır. Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım, Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım. Bu mısrada şair, ezelden beri sürdürdüğü özgür yaşam tarzını bene indirgemiş olsa da, ben zamirini ırk, kavim ve halk kavramlarını karşılama maksadıyla, benim ırkım, benim kavmim, benim halkım manasında çokluk yerine zikredilmiş bir izlenim verir. Bu izlenim ise belleklerde Göktürk Hakanı Bilge Kağan’ın, adına dikilmiş yazıtta Türk halkına hitâben söylediği ölüm ve özgürlük ile ilgili cümleleri anımsatır. airin ve Türk Milletinin özgürlük aşkı, İstiklâl Marşı’nın son mısralarında tekrarlanır: Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilâl, Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl, Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl. Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl! İstiklâl Marşı’nın bu mısrası özgürlüğün Türk halkının yaşam biçimi ve hakkı olduğunu, özgürlüğün simgesi olan ve rengini şehitlerin kanından alan al yıldızlı bayrağa özgürce dalgalanmak yakışacağının ifadesidir. Bu mısralar, Türk milletinin özgürlüğü hiçbir şeye değişmeyeceğini de ima eder.
Mehmet Akif Ersoy un “Allah bir daha bu Millete İstiklal Marşı yazdırmasın” sözlerine tüm benliği ile inanan, bu uğurda canlarını feda ederek, bu toprakları bize vatan yapan Aziz Şehitlerimizi ve Gazilerimizi rahmet, minnet ve şükranla anıyorum.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.